23 Mart 2009 Pazartesi

AŞK MI, AŞK NEDİR Mİ DEDİNİZ?



Şüphesiz ki, AŞK üzerine birşey(ler) söyleyebilmek için aşık olmak gereklidir. Çünkü, aşık olmayanların aşk'ın ne olduğundan haberleri olabileceğine imkân ve ihitmal vermiyoruz. İşte bu sebeple biz de bir aşık'ın bu konuda kaleme aldığı bu yazıyı buraya asmış bulunuyoruz. Hiç değilse ilme'l-yakîn bilgimiz olsun diye... Ve hakke'l-yakîne de ulaşmak dileğiyle...
suffe

AŞK ÜZERİNE...

Aşk, aşayiş-i candır. (Cân rahatlığıdır). Arayiş-i cihândır. (Cihânın süsüdür). Aşk nemek-dîk-i vefâdır. (Hakk’a bağlılığın bir vefâsıdır.) Aşk, hadika-i ehl-i safâdır. (Safâ ehlinin bir bahçesidir.) Aşk, hakikat çarkının yıldızıdır; cân askerinin reisi ve önderidir.
Aşk, bir sultân-ı kâhîr-u tîzdir ki, (kahrediciliği çok çabuk olan bir sultândır ki) alem çekicek birbirine vurur vücûd ile ademi (yokluğu); aşk bir şamata koparıcı ve kargaşa çıkarıcıdır ki, kadem basacak kavga ve kargaşaya bırakır âlemi…
Aşk temiz ve pâk bir cevherdir ki, onu tesadüf ve kazâ sanmayın; aşk rahât-ı cândır, maraz sanmayın…
Aşk bir murgdur (uçan kuştur) ki, aklın kınaması ona bal gelir; aşk bir devlettir ki, idbâr-ı dünya ona ikbâl olur. (dünya perişnalığı onun muradı ve dileğidir).
Aşk pazarında câme-i dibâyı (altın-gümüş işlemeli ipekten bir kadehi) bir habbeye almazlar; Aşıkların (uşşâk) mahallesinde nâmûs ile nâmı bir çöpe dahi syamazlar.
Aşık onlanlar gayret-u ârı (mahçubiyet ve utanmayı) bırakırlar; dost isteyenler evvel (en önce) vakarı bırakırlar.
Akîl eydür. (akıllı söyler);
--Cübbe ve destâr (sarık) hani ?
Aşık eydür. (Aşık cevap verir)
--Hâne-i hammar hani ? (Hanedeki mürşid-yol gösterici ve aşk meyi sunan hani ?)
Aşık iki cihândan bî-niyâz (ihityaçsız-müstağni) olur; aşık cihân içinde ser-firâz (seçkin,itibarlı) olur.
Aşk öyle bir sağlam kazmadır ki, her zaman varlık binâsını yıkar; aşk öyle bir usta nmimardır ki, dâima yokluk sarayı yapar.
Aşk bir derd-i mâder-zâd (ana-oğlu derdi) olur; aşık iki cihândan âzâd (kurtulmuş) olur. Ne vuslatta şâd ü (mutlu) ne gamdan firârı (kaçmaklığı) olur; ne destinde (elinde) sabrı ne pâyinde (başlangıcında) kararı olur.
Aşık hemişe (dâima-her zaman) belâkeş olur; dayim belâ içinde hoş olur. Aşık dem sûz-u (yanış demlerinde) şevkte olur; derd-i aşk içinde zevkte olur.
Aşka gıda belâ olur, aşka safâ cefâ olur.
Aşık ki yolunda mert olur, renc-i dâr-ı rahâtı (rahât içinde olduğu yer sıkıtılı, eziyetli) dert olur.
Ateş-i zâhir, sûzende-i bürûn olur. (Görünürdeki ateş yakıcı ve kesici olur); ateş-i aşk ise, sûzende-i derûn (iç yakıcı) olur. Aşk gerçi ciğer-sûz (ciğerden yakıcı) olur, velî sîne içinde nûr-efrûz olur. (Aşk sahibine ise, kendi içinde ziyâdesiyle nûr olur).
Dîl (gönül) ehlinin kârı aşk olur; yol erlerinin şiârı-belirtisi aşk olur.
Aşıklara aşk hükmü, mezheb-i dîn (dinin bir mezhebi gib) olur; aşıklara muhabbet kanun-u âyin olur.
Aşk ehli lezzeti nâ-kâmlıkta (dileğe ve isteğe kavuşamamada) bulurlar; aşık olanlar izzeti bed-nâmlıkta (kötü ün sahibi olmakta) bulurlar.
Aşk oyun-eğlence ve fesâne (asılsız hikâye-masal) değildir; aşk ehli olmakta öyle çok kolay değildir. Aşık olmayanın gönlünde lezzet olmaz; aşık olmayan başta devlet olmaz. Aşk çeşmesinden içmeyen ab-ı hayât nedir bilmez, aşk Kâf’ına konmayan Simurg-u Anka nicedir anlamaz. Herhangi bir dîl (gönül) ki, bâzî bisâtında (şu dünyadaki oyun-eğlence yerlerinde) mât olur, kayyim-i alem olup (bütün insanlara doğru yolu gösteren) olup ebedî hayât bulur.
Dîl (gönül) bağında ki aşk gülü olmaz, bu bir bezme benzer ki, onun müli olmaz. Dîl (gönül), tâb-hânesinde ki (gönül içindeki aydınlık ki) aşk şemi (aşk ışığı) oluşmaya ve aşk mumu orada yanmaya, bir hâne-i târîka döner (orası öyle bir hâne olur ki) çırağı (aydınlığı) uyanmaya…
Aşk kıssa ve hikâyet olmaz; aşk oyunu hadis ve rivâyet olmaz…Alem-i aşk, âlem-i diğerdir; pâye-i aşk ondan yücelmiştir ki, her meseken ona menzil ola ve onun mekânı bir avuç kîl (balçık) ola!..
Aşk bir makâm-ı vahdânidir. (birlik makamıdır).; cezbesi cezbe-i nûranîdir.
Aşk halk dilinde divâneliktir; aşk kendi vücûduna bîgâneliktir. (ilgisizlik-kayıtsızlıktır).
Aşk ezel kadehinden bî-hûşluktur. (aklın gitmesidir). Aşk iki âlemi ferâmûşluktur. (iki âlemi de akıldan çıkarıp-unutmaktır).
Merkeb-i aşk katı tîz-rev (nefsanî) olur; her zaman ona menzil-i nev olur. (yani, onun bu isteği yenilenir).
Her kim ki, aşk ile hem-inân (inanç arkadaşı) olur, menzili onun ol cihân olur.
Dîl (gönül-kalb) aşkın sûhte-i dîrînesidir (en eski yanmış yeridir); gönül muhabbetin bende-i keminesidir.(hakir bir kölesidir).
Kim ki, muhabbet kadehinden bî-hûş olur- aklı gider, cânı cânân ile hoş olur. Akıl ol araya girmez ve fikir ol yöreye uğramaz.
Akıl marifetin âletidir; aşk ise yakînin hâletidir. (keyfiyetidir).
Akıl bir renktir ki, onda bûy-ı sır (sır kokusu) olmaz; aşk bir bûydur (öyle bir kokudur) ki, onda renklerden eser olmaz.
Akıl bir seng-i marifettir (marifet taşıdır) ki, nemeği (tadı-tuzu) yok; aşk öyle bir nemeng-i hakikattir (tadı ve tuzu olan hakikattir) ki, taşı yok…
Akıl bir murgdur (uçan kuştur) ki, hava yüzünde; aşk öyle bir bir arzu ve istektir ki, kuş içinde…Kuş havada nâzzâralık (temâşa) eder; hevâ (arzu ve istek) kuşta âvâralık (başıboşluk-serserilik) eder.
Akıl hâlinin halli, kil-u kâl (dedi-kodu) ile olur; aşk derdini onun ile bilmek muhâl (imkânsız) olur.
Akıl işleri bî-mesned (mesbnedsiz) olmaz; aşk hâdiseleri ise, müsned olmaz. (bir şeye nisbet edilemez).
Aşk ile hüsn (güzlelik) arasında bir taallük (bağlılık-münasebet) var, ezel ve ebedi ki, ol taallüka taallük olmaz.
İyilik ve kötülük, gzellik ve çirkinlik aşk pazarında yeksân (bir-beraber) olur. Güzellik ve çirkinlik aşk erine seyyân (eşit iki şey gibi) olur.
Zülf-ü Leyli’de bir kıvrım var ki, Mecnûn’un gönlünden başka bir şey o kıvrımlığı anlayamaz ve izâr-u Azrâ’da bir hat var ki, cân-ı Vamık’tan özge (başka) ol hattı okuyamaz.
Leb-i Şirîn’de (Şirin’in dudağıda) bir şeker var ki, sine-i Ferhad onun hastasıdır; ca’d-i Âyâz’da (Âyaz’ın başında bir halka) var ki, dîl-i Mahmud (Mahmud’un gönlü) onun bestesidir. (Bilindiği gibi, Leylâ ve Mecnûn-Azrâ ve Vamık-Ferhâd ile Şirin meşhur aşk kahramanları olup, Âyaz da Sultan Mahmud’un çok sevidği bir kölesidir.)
Aşkta ghüsn (güzellik) gerek, hüsünde ân (güzellik câzibesi) gerek; mahbûb olana (muhabbet edilene-sevilene) hemen ondan nişân gerek.
Hüsn (güzellik) melâhat olmaktır, sabâhat (yüz güzelliği) olmak değil; güzellik gönül almaktır, sûret dizmek değil…

Sabâhat hemin (ancak), nakş-i duvara (duvar nakışına) benzer; melâhat bir şive-i mekkâra (düzenbaz bir söyleyiciye) benzer. Sabâhat melâhatsiz hiç olur; melâhat sabâhatsiz gönüller alır.
Şûr (tuz) olur ki, nemek hoş-güvâr (nefsin hoşlandığı bir tuz) olur; şirîn olur ki, germ-ü dîl-âzâr ( gönül incitici-kızgın bir şey) olur.
Hüsn (güzellik) bir arûs-ı zîbâdır (gelin süsüdür) ki, aşkı görmeyince kimseye nikâbını (yüz örtüsünü) açmaz ve hüsn bir gencine-i nâ-peydâdır (ortaya çıkmayan bir hazinedir) ki, ışık gelmeyince kimseye kapısını açmaz.
Eğer, aşksız olunsa sevgilinin yüzü, kemâl-i cemâli olur mahçup. Aşk maşûkta bir aynadır ki, sûret-i hüsn (görünüş güzelliği) onda muayene olur. Maşûk dajhi, kendi cemâlini onda görür. Bu sebepten aşığa aşık olur.
Aşk aynı cevhere benzer öyle bir şeydir ki, onun vasfı emsâl ile anlatılamaz. Aşk bir sırr-ı mahfî-yi nâ-peydâdır ki, (gizli sırları içeren ve görünürde olmayan öyle bir şeydir ki) onun tasviri misâl ile gösterilemez.
Aşıkların dili altından öyle sözleri olur ki, leb (dudak) ona mahrem olmaz; aşk ehlinin sîne içinden nefesleri olur ki, dem ona hem-dem (can-ciğer arkadaş) olmaz.
Aşık ile maşûk ortasında bir gift-u gûy olur ki, (bir lakırdı ve söz dolaşır ki), zübân-ı hâcibten gayrı (kapıcıların dilinden başka) ona tercüman olmaz; cân ile cânân arasında bir cüst-u cûy olur ki, (bir güzel ırmak olur ki), kuşe-i çeşimden özge, ona (ona gözün köşelerinden daha güzel) dîde-bân (bakıcı-gözcü) olmaz.
Gamze-i maşûk ile (maşûkların naz ve cilvesi ile) gan-zedegân-ı aşk (aşktan dolayı dertli ve gamlı) olanlar arasında bir işaretleşme olur ki, eğer âyân ola (görünse ve bilinse) hezâr râh-revân-ı tarikatinin teninden revân, revân ola… (bülbül yolun tarikatinin yolunda olanların akışkanlığından daha akışkan ola)…
Aşk öyle bir zahirdir (görünür) ki, örtülemez; aşk bir sırdır ki, açılmaz.
Aşıkın kimse ile kârı olmaz; ayine-i aşkın (aşk aynasının) jengarı (kiri-pası) olmaz.
Aşk mevlâ’ları (efendileri) bende (kul-köle) eder; aşk ser-firâzları (devletlü ve şereflileri) ser-efkende (başını öne eğen) eder.
Aşk efsâne (uydurulmuş masal ve hikâye) ve efsûn (sihir-büyü) değildir. Aşk sanat-ı her dûn (her hakir ve aşağı görülen bir sanat) değildir.
Her aşk davâsını eden aşık olmaz ve her muhabbetten dem vuran sadık (sözüne güvenilen-doğru) olmaz.
Her serde (başta) bu sevdâ (aşk) olmaz ve her dest (el) yed-i beyzâ (Musa Aleyhisselâm’ın mucize olarak gösterdiği nûrlu ve parlak beyaz eli) olmaz.
Şeker demek ile (şekeri anmakla), dehân (ağız) şîrîn olmaz.(tatlılaşmaz); husrev (hükümdar) demek ile Husrev-i âyîn olmaz.
Her halka ki, kolda ola, sivâr (bilezik) olmaz ve her tıfıl (küçük çocuk) ki kamışa bine, süvâr (binici) olmaz.
Her mâlik-i dinâr olan Mâlik-i Dinâr (meşhur hanefi alim ve bilgini) olmaz ve her ser’i (başı) olan Serî (önder-lider) olmaz.
Her meşhûr marûf (tanınmış) olmaz ve her refîk (kardeş) melûf (ülfet edilen kişi) olmaz.
Aşk öyle bir gençtir ki, nice cânlar ucından hârâb olmuştur; aşk öyle bir şarabtır ki, onca ciğerler onun derdinden kebâb olmuştur.
Aşk öyle bir müşktür (misk kokusudur) ki, nice yürekler ol sevdâ ile gark-ı hûn olmuştur. (kana bulanmıştır).
Aşk bir şekerdir ki, nice diller (gönüller) ol arzu ile teng-ü meşhûn olmuştur. (sıkıntılarla ve kederlerle dolmuştur).
Aşk öyle bir lâl-i girân-bahâdır (bahâ biçilmez kıymetli bir taştır) ki, onun özge kanı (kendisine has bir kaynağı) olur; aşk öye bir dürr-i yegânedir (tek-emsalsiz bir incidir) ki, her halükârda bir türlü nişânı olur.
Cemî-i mübârizler (bütün yiğit savaşçılar) askerlerin ve ordunun kalbine vururlar, aşk öyle bir bahadırdır ki, kalbin askerine vurur. Ve bütün hilkârların ve dolandırcıların talepleri hazine ve define bulmaktır. Aşk öyle bir dilâverdir (cesur ve yürekli bir iksirdir) ki, hazâne-i talebe (gönüllerin talebine) girer.
Aşk muammadân (bilinmeyen karışık hallerden) öyle birpehlivandır ki, bir remziyle (rumuz ve simgesiyle) bim beyânı var; aşk öyle bir andelîb-i fasîh-zübândır (öyle bir güzel ve açık konuşan bülbüldür) ki,her nefeste ve ötüşünde bin destânı var.
İlâhî ! Her kişi merd-i aşk olmaz ve değme yerde derd-i aşk bulunmaz.
Aşk bir kimyâdır, onun madeni lâ-mekân (mekânsız) olur; aşk bir cevherdir onun mekânı kân olur. (maden ocağıdır).
Aşk öyle bir dürr’dür (incidir) ki, değme denizde (her denizde) bulunmaz; aşk öyle bir incidir ki, her kulakta salınmaz.
Aşk öyle bir Nûrdur ki, her gözde görünmez; aşk öyle bir huzûrdur ki, her derûnda bulunmaz.
Aşk bir zevktir, onun da başka bir dili var; aşk bir şevktir onun da ayrı bir ehli var.
Aşk bir cûştur (coşmak, kaynamaktır), onun da şeydâları (divâne ve tutkunları) var; aşk bir hurûştur (coşma-taşma hâlidir) onun da deryâları var.
Aşk öyle bir yıldırımlar ve şimşekler evine benzer ki, nereye uğrasa yakar; aşk bir pâdişâh-ı kahhardır ki, (kahredici padişahtır ki) uğradığı memleketi yıkar.
Herhangi bir dîl (gönül) ki aşka hane ola, tîr-i belâya (belâ oklarına) nişâne-hedef olur; ve her hangi bir gönül ki muhabbete makam ola, mihnet (zahmet ve sıkıntılar) onda müdâm (sürekli) olur.
Her mertebe zoruklarla ve zahmetlerle hasıl olur; her izzet horluk (hakaret ve zillet) ile hasıl olur.
Her kim ki, aşk bülbüllerinden sermest olmaz-başı dönmez; bülbüllerin ötüşü ile hem-dest (arkadaş-elele-birlikte) olmaz.
Aşk tohumu, gerçi gönül tarlalarına ekilir ve muhabbet fidanı, her ne kadar gönül gülistanına dikilirse de, göz yaşlarının ıslaklığı ve insanlarınderûnlarındaki harartin yakıcılığı ile neşv-ü nemâ bulur. (büyür ve gelişir).
Işıklı ve ayduınlık bir gögüs aşk gencinin gece bekçisidir; dede-i hûn-bâr (kanlı göz-yaşı döken) muhabbet kalesinin dîde-bânıdır. (gözcüsüdür).
Aşk-ı mecâzi eğer ki hevâdan (nefsâni isteklerden) olursa, velî olsa bile safâ cezbesinden mahrûm olur.
Aşk-ı mecâzi ülfetten olur; aşk-ı hakiki vahdetten olur.
Ol sevdâdan olur, bu süveydâdan olur. Ondan cihân terk olunur, bunda dîl-ü cân (gönül ve can) terk olunur.
Onda perişânlık olur, bunda perişânlık cem olur. Onda mâ-hulyâ (karasevda) olur, bunda mâ-hulyâ def olur. Onun ateşi dumanlı olur, bunun nûru şevk-engiz (arzu uyandırıcı) olur. Onun aynasında pas-kir olur, bunun aynası renksiz ve saydam olur. Onun inlemesi cismânî olur, bunun iniltisi rûhanî olur. Onun âh’ı dertli ciğerleri yakar, bunun yakıcı iniltisi göklere çıkar. O müşterilere Pazar metaı olur, bu devamlı dönen bir müşteri olur. O Ay gibi nûru mütear olur, bu Güneş gibi ziyâsı devamlı olur.
Dostu seven onun istenmeyen kovulmuş rakibi olur, dostun-dostu bunun cân ile cândân sevgilisi olur. O tabiatın kulu olur, bu Hakk’a talihli mukbîl (mübârek-kutlu) olur.
Aşk ki tabiattan (nefsaniyetten) gele, onan aşk demek pek hayvanlık olur; muhabbet ki, şehvetten kopa, ona muhabbet demek nâdânlık (câhillik) olur.
Aşk ki bahar kokusundan ola, bahar gidecek olsa bî-bahâ (bahasız) olur; aşk ki sûret-i nîgârdan (sevgilinin görüntüsünden) ola, sûret bozulacak olsa bî-safâ (safâsız) olur.
Aşk oldur ki, membaı (kaynağı) deryâ-yı bî-pâyân (nihâyetsiz bir deryâ-deniz) ola…
Ol aşk değildir ki, mekânı âhur-u çehâr-pâyân (dört ahırla sınırlı) ola.
Aşk oldur ki, onun kıblesine cihet-yön olmaya…
Aşk oldur ki, onun tahayyülüne sebep ve sınır olmaya.
Aşk oldur ki, bir secere-i mübârekeden (mübarek bir secereden) sıza ki, ne doğusu ola, ne batısı; ne Acemi ola, ne Arabı- yön ve ırk tanımaya…
Aşk oldur ki, sende devamlı ola, mahbûb (sevgili) ister Çin’de (Hıta’da) ola, isterse Mançurya’da (Huten’de) ola…
Aşk öyle bir cevher-i tâbinâktır (parlak ve ışıklı kıymetli taştır) ki, onun kânı-kaynağı; “ - Yani, hiçbir şey yokken Allah (C.C.) vardı.” (Cenab-ı Hakk’ın “kadîm” sıfatını belirten bir sözdür.); Aşk öyle bir çeşme-sâr-ı pâktır (kaynağı temiz bir çeşem başıdır) ki, onun membaı; ”Ve ceâlnâ minel mâî kulli şeyin Hayy…Yani, Biz her diri şeyi sudan yarattık…” (Sûre-i Enbiyâ :30)
Aşk öyle bir bahirdir denizdir) ki, derinliği ezeldir, sâhili ebed; Aşk öyle bir deryâdır ki, lüccesi (engin suları) ve kenarı sermedir. (daimî ve süreklidir).
Aşk hakiki bir seceredir ki, aslı fenâ (yok) olur ve budakları vefâ (sevgi ve dostlukta sebat) olur ve yemişleri bekâ (ebedî) olur. Bekâ oldur ki, kişi ona fenâ’dan erişe ve dirlik oldur ki, yokluk ağacından yetişe…

Halk divânedir-delidir ve aşık hûş-yâr (akıllı); âlem uykudaydı, Ashâb-ı Kehf bîdâr. (uyanıktı).
Ger (eğer) dilersen ki, âleme sultan olasın ve eğer istersen iki cihâna hân (hükümdâr) olasın;

Bende-i aşk-ı lâ-yezâli ol (Yok olmaz bir aşka bağlanıcı ol)
Aşık-ı cüst-ü lâ-übâli ol (Dikkatsiz, kayıtsız bir araştırıcı aşık ol)


Aşık nefsinde irâdet (dileme, istek, murad) gerekmez; aşık bedeninde imâret (emirlik, beylik) gerekmez. Tasavvur-u merâtib (mertebeleri arzulayıp tasavvur) etmemek gerek; teveccüh-ü metâlib (arzulara ve nefsani isteklere teveccüh) etmemek gerek…Her ne kadar ki, iktisâb-ı iştigâl (çalışarak, alınteri ile kazanç elde etme) müsmir-i celâyil-i ahvâl (hayırla neticelenen büyüklük hâlleri) mûcîb-i cezâyil-i makamat ( ) ola, geçmek, takılıp kalmamak gerek.
Aşıklara üç makam olur : Acem dilince “keş ü kûş ü küş” ona nâm-ün olur.
Evvelki makam odur ki, --ki bu çekilmektir—mar (yılan) gibi olmak gerektir ki, esiz arama ve ayaksız koşma ola…İkinci makam odur ki, --ki bu çalışmaktır—karınca gibi olmak gerektir ki, daima kârda ve bir an rahât içinde olmaya…Üçüncü makam dahi odur ki, --ki bu depelenmektir-- pervane gibi olamk gerektir ki,fenâsına talib ve helâkine ragıb (yokluğa talip ve ölümü isteyici) ola.
Aşk dört harftir ki, “ayn” ara-utanmaya; “elif” idbâra, işlerin ters gitmesine,perişânlığa, talihsizliğe; “şın” şekâvete (her çeşit kötülüğe); “kâf” kazâya (birenbire olan musîbetlere) işârettir. Aşık olanlar bu kazâya razı olmalılar ki, ar=utanma izzete; idbâr=perişânlık devlete; şekâvet=her türlü kötülük saâdete; müdbeddel ola, yani dönüşe…Aşkın bir diğer ismi de sarmaşıktır. Sarmaşık yapıştığı duvarı çürütür, dolandığı ağacı kurutur. bu bakımdan aşkın insanın enerjisini tüketmesi onu yavaş yavaş bitirmesiyle bağlantılıdır.
Ne zaman ki, Hakk Celle ve Âlâ kârgâh-ı tekvinde (yaratma işlerini gerçekleştirdiği yerde) insanı dört unsurdan yarattı; (Bu dört unsur toprak,su, hava ve ateş’tir. Bunlara Anasır-ı Erbaa da denir); aşık olan dahi hâk (toprak) gibi zelil; mâ (su) gibi bir delîl; hava gibi bî-karar (kararsız); nâr (ateş) gibi de tâb-dâr (parlak-ışıklı) olmak gerek…Her dem ve her zaman yil (rüzgâr) gibi yilip (koşup); yollarda toprak olup; od (ateş) gibi yanıp; su gibi bulanıp gezmek gerek…Ahkâm-ı dünyeviyyeye (dünyanın kaide ve hükümlerine) hüküm vermemek gerek ve makamât-ı uhreviyyeye (ahiret makamlarına) dahi bakmamk gerek…Dünyâ ve ahretin hâsılını-tamamını ve bu yerlerin mahsûllerini dünyadan tecrid olmuş kumarhâne erbâbuı ve zikreden Hakk Aşıklarının en aşağı döşeği arasında, yokluk zemini ve aşkın en çok sevilen zamanında bırakıp utuzmak (varı-yoğu, elde-avuçta olanı kaybetmek) gerek…
Âlâyiş-i vücûd-u itibâr (vücûdun itibarlı ve tantanalı görünüşünden) kaçınılıp-çekinip, kalanderler gibi bütün âlemden korkusuzca ve varlıktan soyunarak, arınmış ve tertemiz olmak gerek…

Aşk sultânına uymak gerek; vehim şeytanını komak (bırakmak-terketmek) gerek.
Aşk öyle bir şâh’tır ki, akıl onun kem gedâsıdır. (kötü bir dilencisidir); Aşk bir padişâhtır ki, cihân onun güzel adı ve şöhretiyle doludur. Yer göğün binası aşk iledir. Her iki cihânın bekâsı da aşk iledir. Kâinatın zuhûru aşk iledir. Mevcûdâtın nûru dahi aşk iledir. Aşk cihânın şahıslarında dolaşır. Sevgi oku her yerde, her yere uçabilir. Aşk âlemde, rûh gibi akıcıdır tende…Muhabbet insdanda, kan gibidir bedende…
Aşk iledir, göğün dönmesi; Aşk iledir yerin durması.
Aşktır çarka sokan feleği; Aşktır temcîd okutan meleği.
Aşktır yıldızları seyrettiren; Aşktır Ay’ı ve günü devrettiren…
Aşktır nebâdâtı (bitkileri bitiren; Aşktır çiçekleri getiren…
Aşktır Şakayık çiçeğinin kabını şarab doladuran; Aşktır Nergisin gözlerine yarı-uyku hâli veren…
Aşktır zeminin üzerini nûrlarla dolduran; Aşktır havadaki güzel kokuları yayan…
Aşktır seher rüzgâtrlarını canlandıran; Aşktır lâleyi mübârek kadem eden…
Aşktır bahr ve bahçe çiçeklerine zer-u zîver (güzellik ve süs) veren; Aşktır dünyanın bağına ve bostanına zîb-u fer (parlaklık ve ziynet) veren…
Aşktır bülbülleri öttüren; Aşktır dolapları inleten…
Aşktır her murga âvâz ettiren (kuşu öttüren); Aşktır çalgıcılara (sâzendelere) sâz ettiren…
Aşktır gülleri peydâ eden; Aşktır gül yüzlüleri oratya çıkaran…
Aşktır çimenlerde reyhânlar açan; Aşktır zülüfleri reyhân gibi saçan…
Aşktır gülşende (gül bahçesinde) servi âzâd eden; Aşktır servi boylu âdemi zâd (insan) eden…
Aşktır madendeki taşları kırmızı lâl-û yâkût eden; Aşktır lâl-i nigârı (dili tutulmuş sevgiliyi) cân-kut eden…
Aşktır Aden’deki deryâlarda inciler ve mercân eden; Aşktır bedendeki mercanları derdân (diş) eden…
Aşktır âlemi lâle, yâsemîn eden; Aşktır insanı sîmîn-beden (gümüş gibi parlak) eden…
Aşktır kaşları kemân ettiren; Aşktır gamzelere (süzgün bakışlara) kasd-ı cân ettiren…
Aşktır yâr yarını (sevgisini) sürekli eden; Aşktır hâlini dâne (küçük habbe), zülfünü dâm (çatı) ettiren…
Aşktır kirpikleri ok eyleyen; Aşktır iki gönlü bir eyleyen…
Aşktır mahbûblara (sevgililere) ân (güzellik cazibesi) veren; Aşktır ölmüş gönüllere cân veren…
Aşktır gözleri sâkî eden (ağlatan); Aşktır güzelliği bâkî eden…
Aşktır cemâllere (yüzlere) zînet (süs) veren; Aşktır güzellere izzet veren…

Aşktır sûretleri mahbûb (sevgili) eden; Aşktır mahbûbları mergub (beğenilir, makbûl) eden...
Aşktır hüsn (güzellik) ehline kadr (değer) veren; Aşktır dîl gülşenine (gönül bahçesine) çiçek veren…
Aşktır gönül gözünü açtıran; Aşktır marifet çiçeklerini saçtıran…
Aşktır dîli (gönlü) âbâd (şen-mamur) eden; Aşktır derûnu (kalbi) şâd (mutlu) eden…
Aşktır gönülü gülşen deden; Aşktır içi ve dışı rûsen (aydınlık) eden…
Aşktır safâ kapısıbnı feth ettiren; Aşktır yine kendini meth ettiren…
Aşktır âdemi (insanı) mamur eden; Aşktır âlemi pür-nûr eden…
Aşktır gönül hânesini pâk ettiren;Aşktır insanı sahih idrâk ettiren…
Aşkltır dost yolunda fenâ veren (mahv-yok olan); Aşktır yine ol fenâda bekâ veren…(ölümsüz ebedî olan)...
Aşktır iki cihâna saldıran; Aşktır Hakk yoluna koşturan…
Şktır elest şarâbından sarhoş eden; Aşktır ezel kadehinden bî-hûş eden…(aklı baştan alan)…
Aşktır kıdem meyhânesinden mest eden; Aşktır bunda dahi mey-perest eden…
Aşktır safâ ve şevk veren; Aşktır rahât ve zevk veren..
Aşk hamrı (şarabı) acı olmaz ve aşk mesti (sarhoşu) ayılmaz. Aşk meyinin (içkisinin) humarı (sersemletmesi) olmaz; Hakk Nûrunun nârı (ateşi) olmaz…
Aşk eri bî-selâmet (selâmetsiz) olur ve aşk yolu melâmet (rezillikli-kınanmış) olur. Melâmet ile aşk tamam olur; bî-melâmet (melâmetsiz) aşk hâm (pişmemiş-olmamış) olur.
Melâmetin üç hâleti olur. Sonu aşkın son derecesi olur.
Evvelkisi melâmet-i halktır, ki aşıkı halktan keser olur (koparır-ayrı yaşatır), onlarla bilişmekten (tanışmaktan-dost olmaktan) kaçar olur. Ve ikincisi melâmet-i nefistir, ki kendisini dosta münasip görmez ve nefsini ona lâyık musâhib (onunla bir ve denklikte sözünü bilir nükteci bir arkadaş) görmez…Nefsinde bu murada vüsûl anlamaz (bu isteğe doğru bir meyil ve seyir görmez) ve zatında bu istidâda husûl anlamaz. (kendinde böyle bir kabiliyet olduğuna inanmaz). Hemin (ancak, dâima), tama gözünü onun lütfûna diker ve ümit didesiyle (gözüyle) fazlına bakar. Öyle ise, bu iki melâmette fayda bu olur ve bu iki makamdan ayide (menfaat) bu kalır ki, halktan da kendinden de kesilir; hemin (ancak) cihânda dostunu görür. Yâr’ı (sevgilisi) olur hemen nazarında; görünen ol olur basarında…(basiret ve kalp gözünde)…
Amma üçüncü mertebeye yetişecek ve ol devlete erişecek –ki dostun celâl-i istiğnâsını ve izzet-i kibriyâsını görüp (minnet edilecek yer olarak sadece dostun izzet ve azametini kabuletmek), ondasn dahi kendisine melâmet anlaya; şöyle ki, vuslâta ümid kalmaya –maşûktan dahi tamamen kesilir, ancak aşkta kaır.

Aşk kâl ile (sözle) olmaz, ona hâlet (hâller) gerek; Aşk rivâyet ile (hikâye ve masallarda anlatılan sözlerle) olmaz, aşıka âyet (nişân, âlâmet, burhan) gerek… Aşk usûlünü arbâb-ı vusûl (sevgiliyekavuşma ve ulaşma konularında uzman olanlar) bilir, erbâb-ı fusûl (aralıklardan ve mevsimlerden dem vuranlar) anlamaz; Aşk sırrına ashâb-ı küşûf (keşif erbâbı) gerek, ashab-ı ukûl (akıl erbâbı) anlamaz.

Hey aşk derûnda hâlet ister
Sanma ki kuru hikâyet ister

Bizim bu söylediklerimiz hemin (ancak) sezinmedir ve bizim lâfımız sadece kuru bir öykünmedir. Aşk müşkülünün hâlline bir aşık-ı pehlivân gerek; Aşk szöleri kuş dilidir ona Süleymân (a.s.) gerek…
Bizim maksûdumuz zevki olana andurmadır (hatırlatmadır) ve bizim muradımız irâdet ehlini (istek ve gönül ehlini) kandırmadır.
Aşk bir mahbûb’tur (muhabbet edilen, sevilendir), sözü dahi mahbûb olur (sevilir);

Aşk bir matlûb’tur (istek, istenilen şeydir) ne yüzden-taraftan bakarsan mergûb (beğenilen) olur.
Aşk kıssası bir şekerdir, mükerrer (tekrar) ettikçe dil-keş (gönül çeken-kalbi cezbedici) olur;

Aşk nakli bir nakildir, çoğaltması hoş olur.
Aşk öyle bir güzeldir ki, libâsı (elbisesi) pelâs (çul gibi eski-püskü) olursa da yakışır;

Aşk öyle bir arûstur ki, (süsülenmiş gelindir ki) ne giydirsen yaraşır.
Aşk öyle bir niğârdır ki (güzel yüzlü sevgildir ki) nigâristân-ı Çin (bütün dünyadaki sevgililer) onun nakşına dizilmiştir;

Aşk öyle bir puttur ki cemi-i puthâneler onun aşkına yapılmışlardır.
Aşk öyle bir şarâbtır ki, her meyhânede onun bûyı (kokusu) var;

Aşk öyle bir hadistir ki, (sonradan oluşan bir şeydir ki), husûsi ibâdet edilen her yerde onun sözü ve dedi-kodusu var.
Aşk öyle bir güneştir ki, her zerrede aks-u tâbı (akseden aydınlığı) var; Aşk öyle bir ateştir ki, her yerde şûle ve tâbı (alev ve parlayıcılığı) var…
Aşk sözleri br nağme-i uşşaktır ki, her sâzda çalınır; muhabbet heberleri şol taze ve diri gazellerdir ki, mecmûalarda yazılır.
Ney delik delik olmuştur, dahı (nağme verme hizmeti) dinmez; telli sâzların piri olan çeng dahi onun âvâzesini kesmez.
Tanbura iki kıl ile neler söyler; ney bile yanına düşüp inler…
Ney hod (kendi-zaten) bir avâredir, gurbete düşmüş; ney bir bîçâredir firkate (ayrılığa) düşmüş…
Delinmiş yüreği, yürekler deler; tutuşmuş derûnu (içi-kalbi) ciğerler yakar…
Neyistân (neyler diyârı) andığınca (anıldığında) nâle (inilti-feryâd) eder; yanıp, yakılır-durmaz inler…
Yanınca derdi olan bile yanar; semâ eder durmadan ehl-i diller …
Aşk kârı bü’l-aceb (acâib) kâr olur; Aşk pazarı garib pazar olur…
Her kim ki, sırr-ı aşktan haberi olur, yemekten ve içmekten hazeri (çekinmesi) olur.
Her kim ki, aşk sözüne kâîl olur, (aşk sözlerini söyleyen ve anlatan olur), ehl-i dünya sohbeti ona zehr-i katil olur.

Kim ki, davâ-yı aşk-ı muhabbet eder, kazi-yi vakt (zamanın yaratıcısı-Allah) ondan iki şâhid ister. Biri dil-i dâima maşûkunun zikrinde olmak; diğeri gönlü müdâm (sürekli) fikrinde olmak…
Madem ki, şâhidleri bulunmaz, ol zaman sözü dinlemez ve ona kulak verilmez….
Aşk öyle bir Çavuş-u Rabbani’dir ki, ağyârı (başaklarını) Hak yolundan kovar, giderir;

Aşk bir Cârûb-i Subhâni’dir ki, (öyle bir ilâhî süpürgedir ki), gönül evini Allah için süpürür…
Aşktır dîli (gönlü) Hakk’a sezâ-vâr (lâyık) ettiren;

Aşktır gönlü O’na yarar ettiren…
Dîl-i halk(halkın gönlü) demir gibidir, aşıkın gönlü ise, altın gibidir…

Ol halkın gönlü ol et ile kan arasındadır, aşıkların gönlü ise, Allah’ımızın yed-i kudreti (elindeki iki-parmağı) arasındadır.
Dîl-i aşık (aşıkın gönlü) öyle bir gönüldür ki, iki âlemden ve içindekilerden beridir ve bu Yârenler kesinlikle göbekleri sarkmış olan insanlardan değildir.
Aşık gönlü bir şehirdir, içi letâiflerle doludur; belki bir Kâbe olur, âlem de onu tavaf eder…

Aşıkların gönlü arş olur, zâhirde (görünürde) yerde ise de, Hakk’ı istediği anda bulur, her nerede ise…
Önceleri vücûd dairesinde görünen bir nokta olur, sonraları sahrâ-yı hudûste (yaratılış yerinde) syreden bir haberci olur.

Dîl-i aşık-ı sâdık ve kalb-i insan-ı kâmil olur. (Aşıkların doğru gönülleri insan-ı kâmillerin kalbi gibidir).
Rûh-u hayvâni (nefis), gönül hânının fazlasının dilencisidir.

Ve rûh-u nefsâni dahi ol hânın lokmasının dilencisidir.
Eğer, pâk (temiz) tutarsan Kâbe-i Rahmân olur.
Ve eğer, bî-pâk (kirli) olursan hâne-i şeytân olur.
Gönül levhâsı nakş-ı ağyârdan (istenmeyen şeylerden) pâk olursa, her müşkülât onda keşf olur. İnsan dedikleri gönüldür. Bir avuç kîl (balçık) değildir. Âdem dedikelri de gönüldür, bunu anlamayan kül’dür.
Vücûd azalarına saltanat emirleri gönül namına yazılmıştır. Ve beden padişâhına ait beratlar onun (gönül) adına bildirilmiştir. Bütün azalar hayatı ondan (gönülden) istimdâd ederler. (yaşamak için ondanyardım dilerler).
Ve bütün görünmez kuvvetlerin ruhlarına o (gönül) imdâd eder. Bedenin ve azaların istirahâtı onun hareketiyledir. Ve bir-kaç gün insan bekâsı onun berektiyledir.
Gönül bir padişahtır, cev3arih (beden azaları) onun raiyesi-tebâsı; gönül bir sultandır, cihân dolu memleketi…
Dîl-gönül nedir ? Yine ehli bilir; onu bilen Hakk’ı bilir. Cevher-şinâs ki (cevher den anlayanlar ki) henüz hâmdır, (tecrübesizdir) yakûtu sanır ki sengi ruhâmdır. (yakûtu mermer taşı zannederler).

İlâhî ! Gönül kadrini bilenlerin kadri ve zzeti için…
İlâhî ! Gönül erenlerinin ışığında onların hurmeti için…
İlâhî ! Şol aşıkalrın yüzü-suyu hurmeti için; --ki, fezâ-yı ceberûtta (o büyük ve azim fezâ’nda) muhabbet rüzgârlarına kapılan âvâreler olup, tatlı ve soğuk sularına bir an önce kavuşmak için susamış ve bir şekilde arzu duyarlar.-- Ve şol muhiblerinin (sevenlerinin) ayaklarının tozu için; --ki, melekût âlenminde ve aşkın çölü içinde bî-çâre olup, şevkinin cazibesi ile hem şaşkınlıkla ve hem de hayranlıkla yürürler.—Şol pîr-i mey-furûş (şu şarâb satıcısı, ihityârın) şevki için; --ki, aşk meyhânesinde oturup, gönül ehline lütfuyla ol haremi mamur eder.—Ve şol sâki-yi bâkinin (ilânihâye-sürekli olarak mey sunanın) aşkı için –ki, Hakk meyhânesinde durup, lâl-i lebi (kırmızı dudaklarının) aksiyle bâde (kadeh) içini pûr-nîr eder…
İlâhî ! Şol sâki-yi mehrû’nun (mey sunan aşıkalrın) hüsnü için, hüsn içindeki anı için; turresinin (alnı üstüne düşen saç demetinin) tâbı için (bu şekilde güzl yaratılışı için), gamzesinin itâbı için (gamzesinin verdiği hoşluk ve rahâtlık için); şeker sözlü deheni (ağzı) için, saçlarının şikeni (kıvrım ve büklümü) için; zülfündeki şol ham (dalgalanmalar-büklümler) için, gisûsundaki derhem (omuza döküğlen saçlarındaki karışılık) için; kaddındağı kaş sürmesi için, sözündeki doğruluk için; geh (ara-sıra) şive-ağzı ile yaptığı nâzı için, geh lütf ile yaptığı niyâzı için; şol kıvırcık saçlarından çıkan güzel koku için, ol yanaklarında açmış güller için; şol elindeki câm (kadeh) aşkına, ol lâlindeki müdâm (suskunluğundaki süreklilik) aşkına, hazretine talip ve visâline (Sana kavuşmayı) râgıb olan-isteyen kullarına aşk meykedesinden (meyhânesinden) bir köşede makam ve ezel şarâbından bir yudum renkli mey nasb eylesen onlara, zahir cübbesini çıkarıp, belirme sarığını giderip, izzet yakası yırtık bir şekilde, ayıplama ve kınama taşından br bak ki; her şeyden kayıtsız şarhoş bir hâlleri var. Ve karasız aşık olup, gece-gündüz ol devletinin başşehirne ziyaretçi ve leyl- u Nehâr o başkalarının özel onur ve izzetlerine mücâvir (komşu) olalar.
Bir mey’den nûş ettir ki (içtir ki), selsebil (Cennetteki bir irmak) ona hasret ede… Ve bir kadehten sun ki, câm-ı Cem (Cem’in kadehleri) ona gıbta edip-kıskana…
Bir mey’den ver ki, ârız-ı sâki (sâki yanağı) gibi tâbinâk (parlak) ola… Ve bir kadehten sun ki, lebleri (dudakları) gibi sâfî ve pâk-temiz ola…
Bir mey’den ver ki, çeşmi (gözü) gibi dîl-aşûb (gönlü karıştıran) ola; bir kadehten sun ki, yüzü gibi ruşen-i hûb (yüz aydınlığı gibi parlak ve güzel) ola…
Bir mey’den ver ki, lâfzı gibi keder giderici ola; bir kadehten sun ki, la’l-i gibi taze ve güzel ola…
Bir mey’den ver ki, vaslı gibi içi sıkıntısını giderici ola; bir kadehten sun ki, cemâli gibi ferah ve gönül neşesi vere..
Bir mey’den ver ki, Haddi gibi (ateşli bir hastalık) ateşli ola; bir kadehten sıun ki, dîdem (gözbebeği) gibi hûn-bâr (kanlı gözyaşı) dökücü ola…
Bir mey’den ver ki, safâda yakût ola, bir kadehten sun ki, içinde câna kut (mutluluk) ola…
Bir mey’den ver ki, rûha rahât-ı huzûr ola; bir kadehten sun ki, içi dolu nûr ola…
Bir mey’den ver ki, hayât-bahş u di-âbâd (hayat bahşeden ve gönlü âbâd eden) ola; bir kadehten sun ki, dîde-guşâ vü safâ-dâd (göz açıcı ve iyilelştirici) ola…
Bir mey’den ver ki, asîr-i hûraân-ı behişt (Cennet Hurilerinin sunduğu usare) ola; bnir kadehten sun ki, câm-ı Cennet sirişt (kadehi Cennette yaratılmış câm) ola…
Bir mey’den ver ki,katresi (bir damlası) âb-ı hayvan (havyalarıbâki hayatı) ola; bir kadehten sun ki, sâkisi
Hızır-ı zaman ola…
İlâhî ! Aşkının meyhânesinde oturanların kerâmetleri için;
İlâhî ! Muhabbetinin bâdesinden (kadehle sunulan içki) içenlerinin selâmeti için;
İlâhî Aşk hârâbâtında (viran, yıkık perişân olmuş yer) yatan üftâdeler ( düşkün, zavallılar) için;
İlâhî ! Muhabbet beriyyesinde (çölünde) düşen piyâdeler için;
İlâhî ! Aşıklarının çektiği belâlar için;
İlâhî ! Seni sevenlere verdiğin belâlar için;
İlâhî ! Aşk ehlinin âvâralığı (başıboşluğu-aylaklığı) için;
İlâhî ! Dert ehlinin bîçâreliği (çâresizliği) için;
İlâhî ! Aşk mestlerinin hayrânlığı için;
İlâhî ! Muhabbet şeydâlarının (tutkunlarının) şaşkınlığı ve kendilerinden geçmeleri için;
İlâhî ! Nefs gâzilerinin pehlivanlıklarının hakkı için;
İlâhî ! Gönül Padişâhlarının sultanlıklarının hakkı için;
İlâhî ! Vuslat ehlinin emn-u halâsı (emniyet ve kurtuluşunun) hakkı için;
İlâhî ! İrâdet (Seni murad eden) kullarının ihlâsları hakkı için;
İlâhî ! Şol ari (temiz) cânların tahâretleri (temizlikleri) hakkı için;
İlâhî ! Şol yıkık gönüllerin imâretleri (şenlenmeleri) hakkı için;
İlâhî ! Cevâhir-i Mücerredinin (saf ve halis cevherl mesâbesindeki seçkin kullarının) tecirdleri (Seni birlemek için ayrılmaarının) hakkı için;
İlâhî ! Ervâh-ı Mukaddesenin (Mukaddes rûhlara sahip olan müstesna kullarının) tahmidleri (hamd edişlerinin) hakkı için;
İlâhî ! Nefsilerini tezkiye edenlerin (temizleyenlerin) zekâ-yı cibilliyetleri (yaratılıştaki zekâları) için;
İlâhî ! Zevât- tayyibenin (hoş ve güzel zatların) safâ-yı tabiatları (yaratılışlarındaki gönül şenlikleri) için;
İlâhî ! Hamele-i Arşın (gökyüzü hizmetkârlarının) kuvvetleri için;
İlâhî ! Melâike-i Kahrın satvetleri (Karhrdeici meleklerin kuvvetlerive heybetleri) için;
İlâhî ! Cebrâil Aleyhisselâm’ın emanetinin (Kuran-ı Kerim’in) hakkı için;
İlâhî ! Azrâil Aleyhisselâm’ın itaâti (Sen’in emrini dinlemekteki sıdkının) hakkı için;
İlâhî ! Mikâil Aleyhisselâm’ın kusursuz adâletinin ahkkı için;
İlâhî ! İsrâfil Aleyhisselâm’ın Sûr’a üflediği nefesin hakkı için;
İlâhî ! Şol Sana ibâdat için kendini itikafa sokanların tamamı, pek değerli ve kutsal ibâdet yerleri, Seni tesbih edenlerin Cennetteki toplanma yeri, Kâbe’nin kapıcıları, nûr gibi parıldayan ve saray hazinesinin aydınlığı dokuz kubbeli alımlıo yerlerde ikâmet edenler, erzâklarının taksimini adâletle gerçekleştirenler, yeşil kubbeleri imâr edip-onaranlar, bütün yeyüzüne safâ verenler ve ellerinden marifetli işler gelenler (marifet ehli); ” Felkusemât-i emrâ… Yani, iş bölümü yapan meleklerin” hakkı için; (Sûre-i Zariyât : 4)
Ve bütün yeryüzünde ve gökyüzünde hizmet eden görevli meleklerin hakkı için;
İlâhî ! Zümre-yi Enbiyâ’ya ettiğin ta’zîm hakkı için;
İlâhî ! Cümle Evliyâ’ya ettiğin tekrîm (ikrâmlarının) hakkı için;
İlâhî ! Şol Sultan-ı Divân-ı Risâlet ve ol Süleyman-ı Divân-ı Cehâlet; ol kafile reisleri her işi tahkîk edip kâr ve menfaatlerini düşünenler, Tevfîk meydanının en iyi at binicileri, ol Kâinatın fendisi, Hocası ve ol mevcûdâtın başlangıcı Hazret-i Risâletin (s.a.v.) temiz ve pâk rûhlarının safâsı için;

Ve ol Cenab-ı Celâletinden gelen munevver nûrlarının ziyası ve ışıkları için;
Sen’in Şeriatının icrasında çektiği zahmetlerin hakkı için…
Ve tebliğ emrinde gördüğü mihnetler (sıkıntılar) hakkı için;
Ol zât-ı mükerremin izzet, şeref ve kerem yüksekliği için…
Ve ol Rasûl-ü Muazzam’ın büyük mucizeleri için;
Şol alnındaki nubuvvet nûru için; şol araksındaki nubuvvet mührü için;
Şeraitinde buyrulan Ahkâmı Rabbâniye-yi Şerifin hakkı için…

Ve tarikatinde hasıl olan kemâlât-ı İnsaniye-yi Lâtife hakkı için;
Cihâr-yâr-ı Güzinin (dört halifesinin) hurmetleri hakkı için…
Ve cemi bütün âli’nin ve ashabının izzetleri için;
O’na nazil olan Kuran-ı Kerim’in hakkı için…
Ve ol Kur’ana olan iman hakkı için; bu eksikliklerle dolu kullarının imanını kereminden dürüst bir iman şekline geçir...
Ve bu hiç ve yok olan ihlâsımızı var et…
İnâm ve ihsân ettiğin İmanı lûtfunla dâim eyle…
Gönül erbâbının her vakit gönül gözlerini ruşen (aydınlık) eyle…
Ve ashâb-ı yakînin her saat gönül hânelerini gülşen eyle…
Her dâim demlerini demin ile zinde tut…
Ve her nefes vücûdlarını Vücûdun ile pâyende (destekli) tut…
Her lâhza gönüllerini derdin ile safâda kıl ve dâima zâtlarını fenâdan (yok oluştan) sonra bekâda kıl.
İlâhî ! Bu zayıf bedenlere kuvvet Sen’den…
İlâhî! Bu hasta gönüllere sıhhat Sen’den.
İlâhî ! Bu âdem oğlanı miskîn nice etsin (net’sin) ki, oğlanlık ise henüz alçaklık; yiğitlik ise, mestlik( sarhoşluk); pîrlik ise gevşeklik…
Ve eğer aç ola, divâne (deli) olur ve eğer tok ola, bîgâne (ilgisiz-kaygusuz) olur…
Ve eğer uyur ise, bî cîfe ve mürdar olur, ve eğer uyanık olursa, mütecebbir (zor kullanan-kibirli) ve bî-miktar olur.

“Acz” hemişe (sürekli-dâima) karîni (yakını-arkadaşı); “za’f” dâyim mukârini (ayrılmaz arkadaşı)…
Eğer, marifete çalışsa, hitab gelir ki; “Vemâ kaderallahu hakka kaderehû…Yani, Allah’ın kadrini O’n alâyık olacak şekilde hakkıyla takdir etmediler.” (Sûre-i Enâm : 91)
Ve eğer ibâdete dürüşse, (çalışsa) nidâ iştir ki; “Urûnu’l-ibâd cahûde’l-Rabbi…Yani, İbâdetin gururu, Rabbi inkârdır.”
Ve eğer şefaâte dayansa, kulağına yetişir ki; “Men zellezî yeşfeû indehû illâ bî-iznih…Yani, O’nun izni olmadıkça nezdinde şefaât edecek kimmiş ?..”
Ne eğer, hiç mukayyed (bağlı ve tedbirli) olmasa, tehdit olunur ki; “İnne betşe Rabbeke le şedîd…Yani, Hakikat Rabbinin kıskıvrak tutup-yakalayışı pek çetindir.” (Sûre-i Buruç :12)
Ve eğer, nişânını isterse, denilir ki; “Leyse kemislihî şey’en (ve hûve anil efhâmi beğid)…Yani, O’nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi yoktur.” (Parantez içindeki ibare Şura Sûresinin 11. ayetinden alınmıştır ve –o anlatıştan uzaktır-anlatılamaz manâsınadır.)
Eğer görmek istese, itâb olunur ki (azarlanır ki); “Lâ tudrikuhul ebsâr…Yani, O’na gözler erişemez…” (Sûre-i Enam : 103)
Ve eğer bilmek istese, hitâb olunur ki; “Lâ tebliğati akulul vel efkâr…Yani, akıllar ve fikirer O’na ulaşmaz…”
Fil-cümle âdemoğlunun zayıflığını ve bî-çâreliğini ve sürekli değişen âvâreliğini bilmek isteyene ibret şehrine misâfir olmak gerekir ki, Âdem’in zârlığını göre… (Âdem Aleyhisselâm Cenneten kovyukduktan sonra Hind tarafındaki Serendib Adasına indirildi ve orada işlemiş olduğu zellesine çok ağladı, ve Rabbimize yalvararak dualar etti. Ve bilâhâre affedildi.)

Ve aşk köyüne kadem basmak gerek ki, Nûh’un nevâsını işite…(Nûh Aleyhisselâm kavmini doğru yola çok çağırdı ve bu yolda pek eziyetler çekti. Rivâyete göre Nûh Aleyhisselâm çekmiş olduğu bu eziyetler ve katlanmış olduğu büyük belâlar yüzünden çok uzun müddet ağlamıştı. Bu yüzden kendisine “nevvâh= çok ağlayan” sıfatı verilmiştir.)
Hullet (İçten, samimi sevgi. Dostluk. Muhabbet. Haslet) ikliminde Halîl-dost olmak gerekir ki (İbrahim Aleyhisselâm’a atıfta bulunuluyor), İbrahîmin (a.s.) iniltisini anlaya …İbrahim Aleyhisselâm Rabbimize; “Yâ Rabbi ! Bana Salihlerden bir oğul ihsân et, ben onu sana kurban ederim” diye dua etti. Rabbimiz de O’na çok uysal bir oğul müjdesini verdi. Çocuk yürüyüp-koşmak çağına geldiğinde İbrahim Aleyhisselâm’a rüyâsında adağını yerine getirilmesi istenildi. Bu rüyâyı üç gece üst-üste tekrar görünce rüyânın Rahmânî bir rüyâ olduğuna kanaat getirdi ve sözünü hatırladı. Konuyu çok sevdiği oğluna açtı ve oğlu da “Babacığım, sana emredilen emir ve senden istenen ne ise, onu yap…İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi. Her ikisi de Allah’ın emrine bağlanıp uydukalrında, İbrahim Aleyhisselâm oğlunu alnı üzere yatırdı. (Sûre-i Saffat: 101-103) İşte; İbrahim Aleyhisselâm böylece rüyâsına ve sözüne sadakat göstermiş ve öz oğlunu kesmek gibi bir babayı hakikaten kederden ve manevi acıdan ineletecek derecedeki bir emri yerine getirmeye çalışmıştı. “İbrahim’in (a.s.) iniltisi “ tabiri bu olaya binâen layık görülmüş bir tabirdir.)
Ve hasret memleketinde vâli olmak gerekir ki, Ya’kûb’un (a.s.) ağladığını dinleye…(Hz. Yakûb Aleyhisselâm dünyayay gelen on iki erkek evlâdından ne çok küçük oğlu Yusûf’u (a.s.) severdi. Bu sevgisini de çoğu zaman açığa vurduğu için diğer kardeşleri Yusûf’u kıskandılar ve Yusûf bir kuyuya atılarak Hz. Yakûb’a Yusûf’u kurt parçaladı dediler. Yakûb Aleyhisselâm bu hikâyeye pek ihtimal vermedi ise de yapacağı da pek bir şey yoktu.Çok üzüldü ve pek çok da ağladı. Bu hasret Ona ağır gelmişti.Devamlı ağlamaktan gözlerini kaybetti. Nihâyet Yusûfun Mısır’a melik olmasından sonra, kardeşlerinin getirdiği gömleğini yzüne sürdü ve gözleri açıldı; ailece toplanıp hep birlikte Mısır’a gidilerek Hz Yakûb’un hasreti son buldu.)
Hased çâhına (makamına-mevkisine) ve belâ zindanına giriftar (tutulmuş) olmak gerek ki, Yusûf’un (a.s.) ne çektini bile… (Hz.Yusûf babasının kendisine fazla sevgi göstermesi sebebiyle, kardeşlerinin hasedine (çekememezliğine) uğramış ve onlar tarafından kuyuya atılmıştı. Daha sonra kuydan çıkarılarak Mısır’a götürülmüşi orada esir pazarında Mısır Vezirine satılarak saraya götürülmüştü. Orada büyüdü ve hüsnü ve yakışıklılığı çok güzel bir delikanlı olmuştu. Vezirin hanımı Züleyha Yusûf’un bu güzelliği karşısında ona hayran ve aşık olmuş ve kendisini Yusûf’a arz etmişti. Fakat Yusûf Aleyhisselâm, Rabbisinin bürhanını görerek Allah’ı hatırladı ve bu vartaya düşmedi, Züleyha’dan yüz çevirdi. Bunun üzerine kadının hile ve şikâyeti üzerine zindana atıldı. Uzun seneler bu belâ zindanlarında kaldıktan sonra nihayet suçsuzluğu anlaşıldı ve Mısır’a Hazine Veziri yapıldı. İşte buradaki “Yusûf’un ne çektiği” tabiri ile başından geçen bu sıkıntılara ve belâlara atfıta bulunuluyor.)
Emr-i maruıf ve nehy-i munker hizmetinde kayim olmak (sürekli bu ibâdeti yapmak) gerek ki, Zekeriyâ ve Yahyâ Aleyhisselâmların ne gördüklerini göre…(Zekeriyâ ve Yahyâ Aleyuhisselâm Kuranda isimleri zikredilmiş Peygamberlerdendir. Meryem Sûresinin 3-5 . ayet-i celillerinde Zekeriyâ Aleyhisselâm’ın çok yaşlı olduğu hâlde Rabbimizden bir evlâd istediği, Yahyâ adlı bir oğul ile müjdelendiği; kısır karısından doğan bu çocuğun çok muttaki olup, anasına ve babasına itaâtkâr bulunduğu açıklnamakta ve “Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de; diri olarak kabrinden kaldırılacağı gün de ona selâm olsun” diye dua olunmaktadır. Zekeriyâ ve oğlu Yahyâ Aleyhisselâm İsrailoğulları tarafından öldürülmüşlerdir. Her ikisi de onları yaptıkları kötülüklerden uzaklaştırıp iyi yola, iyiliğe sevketmeğe çalışmış; bu yolda hadisz cefa çekmiş; fakat, İsrailoğulları tevbe edecekleri yerde isyân ve inadlarını arttırmış, kötülüklerine devam etmişlerdi. Nihâyet Peygamberlerini ölüdrmeğe başladılar. Onların bu serkeşlikleri Kuran-ı Kerim’de de Isrâ Sûresinin 4-7. ayetlerinde beyan buyurulmakta ve şöyle denilmektedr : “Biz kitapta israiloğullarına şu haberi verdik : Siz Arz-ı Mukaddes’te muhakkak iki fesad çıkaracak ve muhakkak bana karşı büyük bir serkeşlik yapıp kabaracaksınız.” İşte bu ayette zikredilen iki fesad, Zekeriyyâ ve Yahyâ Peygamberleri öldürmeleri idi. Rivâyete göre, Hz.Zekeriyyâ kavminin şerrinden kaçıp bir ağaç kovuğuna girmiş ve ağaç bitişerekonu gözlerden saklamıştı. Fakat cübbesinin eteği dışarıda kalmış ve şeytanın bunu İsrailoğullarına göstermesiyle ağaçla birlikte ikiye biçilmiştir.)
Nefis Firavununa gaza (harp) etmek gerekir ki, Musa Alşeyhisselâm’ın belâsı malûm ola…(Musa Aleyhisselâm daha doğduğu günden itbaren cefa çekmeğe başlamıştır. Bir sandukayay konularak suya (nehre) salınmış, Firavun’un sarayında yetişmiş, Muısır’ı terke mecbur olarak uzun gurbet yılları geçirmiş, peygamberlikle emr olunup tekarar Mısrı’a döndkten sonra ise, Firavunun ve kavminin ezâlarına katlanmak zorunda kalmıştı. Nihâyet onların şerrinden kurtulmak üzere, ikinci defa Mısır’ı terk etmiş ve düşmanları, Rabbisinin O’na lutfettiği büyük mucizesi ile Kızıldenizi ikiye yardığı yerde suya garkolarak yok olup gitmişlerdi.)
Vehim cuhûduna (bir şeyi bilerek inkâr etme hasatlığına) adâvet (düşmanlık) etmek gerek ki, İsâ Aleyhisselâm’ın ibtilâsı mefhûm-anlaşılmış ola… (“CAHD” veya “CUHÛD” bile-bile inkâr etmek demektir ki, Yahudiler Hz. İsa ve Hz.. Muhammed Aleyhisselâmın risâlet ve nubuvvetlerini bildikleri hâlde yalanlamaları dolayısıyla onlara “CAHÛD” denmiştir. Kuran-ı Kerimdeki Bakara Sûresinin 87. ayetinde Hz.İsâ Aleyhisselâm’ın mucizelere sahip olarak Rûhu’l-Kuds ile desteklendiği beyan buyurulmakta ve “Demek size ne vakit bir peygamber, gönüllerinizin hoşlanmadığı bir şeyi getirirse, kibrlenmek isteyeceksiniz de kiminiz yalanlayacak, kiminiz de öldüreceksiniz öyel mi ?” denilmektedir. Hz. İsâ Aleyhisselâm Yahûdilere peygamber olarak gönderilmiş, onları içinde bulundukları kötü yoldan çıkarmağa çalışmış; fakat onlar, bütün muıcizelere rağmen, Hz. İsâ Aleyhisselâm’ı tekzib etmişler (yalanlamışlar) ve vehimle ondan kaçmışlardı. Ancak içlerindeki pek az kimse (havariler) O’nu tasdik edip yardımda bulunmuştu. Nihâyet, Hz. Zekeriyyâ ve Hz. Yahyâ Aleyhisselâm’a yaptıkları gibi, Hz. İsâ Aleyhisselâm’ı da ölüdürmeğe kalkıştılar. Fakat bu amaçlarına ulaşmaya Rabbimiz müsaade etmemiş, Hz. İsâ Aleyhisselâm’ı rûhu ve cesedi ile birlikte yükeltip göğe kaldırmıştır.)
Nefis putunu yıkmak gerek ki, Muhammed (sallallahualeyhivesellem) ne çektiğini bilesin; gönül kâbesini arıtmak gerek ki, Ahmed’in (s.a.v) ne gördüğünü göresin…
İlâhî ! Bizim dilimizin ne takati var ki, Sen’in vaslını (Sana vaslolmak nedir ? Nasıl olur ?) diyebilelim.
İlâhî ! Bizim bilimimizin (bilmemizin) ne mertebsi var ki, Sen’in Zât-ı Şerifini bilebilelim…
İlâhî ! Sen öyle bir bî-niyâzsın ki, hezârân hezâr (binlerce bin) arifler Enel-Hakk’ın esrârını, aşkının seçkin görevlisi Mansûr fenâfinasında (yokluk meydanında) belâ darına (idam sehpasına) asmıştır. Ve yüzbinlerce aşık
Cemâl-i mutlakı, şevkinin cellâdı, mucrim bir sıfatla intizâr zindanında ümitle gözleyip-bekleyerek, hasret kılıcıyla belinden biçmiştir.
Ey nice melekût âlemine yol alan divâne olmuş gönüller !.. --ki azmettikleri visâline (Sana kavuşmak istemekteki gayretleri) kayıtlı ve zincirlerle bağlanmıştır.—
Ey nice envâr-ı lâhutiyeye (Ehâdiyet âlemine) talib olan ve pervane gibi dönen cânlar !..—ki iştiyâk ateşleri (Seni görme arzuları) Cemâlinin nûruyla ve ışığıyla yanmıştır.—
Ey Cemâl sahibi !.. –ki Celâlin aşık-ı Cemâlin (Celâlin aşıkların cemâlleri) …--
Ey Zül-Celâl ! –ki Cemâlin munderic-i Celâlin (Cemâl’in Celâl’inin içinde yer almış)...—
Ey Matlûb ! (Ey istenilen ve arzu edilen) –ki yine Sen tâlib-i Kemâlin (ki yine Sen Kemâl’nin talibisin)…--
Ey Mahbûb ! (Ey sevgili, yâr) –ki yine Sen muhibb-i Cemâlin (ki yine Sen Cemâl’inin muhibbisin)…--
Ey Maşûk ! (Ey aşk ile sevilen sevgili !) –ki yine Sen aşık-ı envâr-ı zâtın (ki yine Sen Zâtının nûrlarının aşıkısın)…-
Ve Maksûd (istenilen şey, arzu, gaye), ki yine Sen kasıd-ı izhâr-ı sıfatın ( ki yine sıfatlarını göstermekten kasdın yine Sen’sin…)-
Ey Mabûd ! (kendisine ibâdet edilen) – ki bize kulluk ettiren yine Sen’sin…--
Ey Mescûd ! (kendisine secde edilen) –ki bizi sucûda (secdeye) götüren-eğdiren yine Sen’sin…--
Ey Mezkûr ! (zikredilen) –ki zikrini bize andıran ve söyleten yine Sen’sin…--
Ey Meşkûr ! (kendisine şükredilen) –ki kendine şükrünü ettiren yine Sen’sin…--

İlâhî ! Gönül şehrine muhabbet afitâbını (güneşini) ufuk-u âlâdan Sen tâbân (parlak ve ışıklı) eyle…
İlâhî ! Dîl sahrasında meveddet (sevgi) berkini (şimşeğini) hakikat bulutundan Sen dırahşan eyle…(parıldat)…
İlâhî ! Safâ buhûrunu (tütsüsünü) cân micremesinden (kabından) Sen tutuştur…
İlâhî ! Vefâ yemişini muhabbet şeceresinden Sen yetiştir.
İlâhî ! Sen’in arş-gâhın gönül gülistânıdır; Cennet bostânı değil…
İlâhî ! Sen’in sarayın dil (gönül) hânesidir, behişt eyvânı (Cennet köşkü) değil…
İlâhî ! Gönül milketinde (memleketinde) garibem (garibim), ne yâr ü ne gam-hâr…(Ne bir sevgilim var ve ne de bir kederimi, üzüntümü paylaşacağım dostum.)
İlâhî ! Dil ikliminde vahîdem (yalnızım), ne mûnis ü ne di-dâr…(Ne bir sevgili arkadaşım var ve ne de bir görüşecek kişim)
İlâhî ! Şol aşıklarının hurmeti için…-–ki saçları karma-karışık ve toz-toprak içinde, hayret sahrasında kendinde olmadan Senin hayranlığınla gezerler—Ve şol muhiblerinin (sevenlerini) izzdeti için… --ki yüzleri sararmış gamlı ve kederli bir vaziyette, arzu çöllerinde akılları başalrından gitmiş hayranlıkla ve mest (sarhoş) olmuş bir vaziyette yürürler.—Şol âbidlerinin saâdetleri için…--ki akşamdan-sabaha kadar sürem-yi seheri gözlerine çekerler.—Ve şol zâhidlerinin kerâmetleri için…--ki gece ve gündüz nefislerini kahredip, muradlarından (isteklerinden) vazgeçerler.—
Elim al benim ki, hayret denizine garikam (gark olmuşum);

Meded et bana ki, gayret oduna harîkam…(çalışma ateşinde yanmışım)
Bilmezem, neyleyem, ne çare kılam; meğer libâs-ı hayatımı pâre pâre kılam…(meğer hayat elbisemi parça parça yapam)
İlâhî ! Benim derdime nihâyet (son) yok…
İlâhî ! Benim ağlamama gâyet (son bir derece) yok.
İlâhî ! Bana çare et, bî-çare (çaresiz) kaldım.
İlâhî ! Bana meded et, âvâre (başı-boş) kaldım.

İlâhî ! Kapundan gayrı varacağım (yer) yok. İlâhî ! Senden gayrı yalvaracağım (mabûd) yok.
İlâhî ! Ölüm vaktinde elim tut.
İlâhî ! Dayanacak yerde kolum tut.
İlâhî ! Şol sâ'atte ki mâzîk-i lahde (mezar çukuruna) giriftar olam, ve şol demdeki kefen altında âciz ü hor olam; inâyetini ben kulundan dûr (uzak) etme,ve hidâyetini ben za'îften mehcûr (ayrı-ayrılmış) etme.
İlâhî ! Bî-kesem (kimsesizim) Sen'den gayrı kimsem yok.
İlâhî ! Fakîrem sana yarar nesnem yok.
İlâhî ! Dermânde kaldım, mededime eriş.
İlâhî ! Üftâde kaldum, feryâduma yetiş.
İlâhî ! Akibet vaktinde hoş-hâl et.
İlâhî ! Ecel deminde rûşen-makâl (sözü yerinde ve uygun) et.
İlâhî ! Rûhumu zikrin-ile al.
İlâhî ! Gönlümi fikrin-ile al.
İlâhî ! Ol demde vesveseye yol verme.
İlâhî ! Ol hînde (vakkitte) gönüle yaramaz nesne getirme,
lîâhî ! Nez' vaktinde (ölüm hâlindeki son vakit) îmânı enîs et.
İlâhî ! Korku deminde âmânı celîs et.
İlâhî ! Âhir nefeste Kur'ân'ı karîn et.
İlâhî ! "Münker ü Nekir" belâsından (ölüleri suale çeken ve gerektiğinde cezalandıran iki melek) emîn et.
İlâhî ! Ol demde tevhîdi benden ırma. (ayırma).
İlâhî ! Son nefeste îmânı benden ayırma.
İlâhî ! Şol demde ki ömürden bir dem kala;
İlâhî, şol vaktimdeki âhirete bir kadem kala; şol sâ'atte ki nefs-i nefisten bir nefes kala ve şol lahza ki murğ-ı cân (cân kuşu) kafesten uçmağa heves kıla, şeytân-ı selitun (kötü sözlü, şom ağızlı şeytanın) tasallutâtı mübettınesinden (iğva sarayından) Sen sakla...Ve iblîs-i pelîdün (kirli ve murdar iblisin) telbisât-ı mümevvehesinden (ayıbını-kusurunu örtüp iyi gösterme vehimlerinden) Sen bekle.
Şol vakitte ki, serâçe-i penç' der-i havas, (beş duyunun bulunduğu kapı), tünd bâd-ı tebâhî-yi fevt ile (şiddetli ve kötü hususularla övünmekten sakındırma ile) mütezelzil ve tâk u rüvâk-ı sarây-ı vücûd, savâ'ik-ı sekerât-ı mevt ile mütehâlhil ola; (son ölüm hâlinde sarsılmış ve gönül alıcı vücûd sarayındaki yıldırımlarla hâllendir ve kötü bir akıbetle gitmekten Sen sakla)...Akl-ı derrâk (zekâ seviyesi yüksek akıl) idrâkten kalıp hîre ola (donuk bir göz gibi ola) ve basîret-i fikir görmekten kalıp tîre (bulanık) ola; cemî'-i yârân-ı hem-dem yârılıktan ve cûmle-i harifân-ı mahrem gam-hârlıktan kalıp âciz olalar (bütün vakitlerini bizim acılarımızı ve sevinçlerimiz paylaşmakla geçiren dostlarımız bu işlerinden aciz kaldıkalrında), Sen lûtfundan meded eriştür ve kereminden inâyet yetiştir. Tevfîkini refik (kardeş-yoldaş) eyle ve inâyetini şefîk (merhametli) eyle. Hidâyetinin bedrekasını (kılavuzunu) delîl ve rahmetinin zülâlini (saf, berrak, tatlı, hafif, güzel, soğuk su) sebîl et.
İlâhî ! Şol zamân ki Süleymân-ı cân, terk-i taht-ı kâleb-ı insân edip (Süleyman Aleyhisselâm'ın canı ve bedeni tahtını terk etmeyi murad edip) tasarruf-ı bâd-ı nefesten ma'zûl ve mülâhaza-i ahvâl-i uhreviyyeye meşgul ola, (nefes alıp-vermekten kesilmiş ve ahiretteki hâllerinin nasıl olacağı ile meşgul iken) hatem-i imanı (son nefesteki imanı)--ki yazma kudretin ve mührü hikmetindir-- dest-i div-i lâin (kavulmuş-lanetlenmiş şeytanın eli) ve tasarruf-u şeytan-ı racimden (şeytanın taşlama gücünden) Sen siyânet ve muhafaza et...
İlâhî ! Tasdîkum esasını (inanılması gerekli zarurat-ı diniyyenin esaslarını) Sem muhkem-sağlam et...
İlâhî ! İmanımın hânesini müstâhkem-sağlamlaştırılmış et.
İlâhî ! Cânımı Cenâbına (kendi taraf ve zâtına) hoş-hâl ve alâyıktan (bağlandığı şeylerden) pâk-temiz ilet...
İlâhî ! Rûhumu Hazretine hûb-u itikad ü sahih idrâk ilet. (güzel ve sahih bir itikad ve idrâk ile ilet)...


EBYÂT

Elâ î nâm-bahş ı nâmûdârân
Gedâ-yı dergehündür şehriyârân

Cihan müstağrak-ı deryâ-yı cûdun
Dû âlem suret ü ma'nî vücûdun

Hudâvend-i zemin ü âsümânsın
Ten ü cân-âferîn-i ins ü cânsın

Çırâğ-ı âsümân senden münevver
Dimâğ-ı rûh lutfunla mu'attar

Refîk u hem-dem-i der-bestegansıri
Şefîk ü merhem-i dil-hastegânsın

Gam ü şâdî-yi âlem cümle senden
Cihan rîşine merhem cümle senden

Okur her zerre dâyim amd ü bî-amd
"Lekel tesbîhi vet-takdisi vel-hamd"

Gerekmez sun'una hîç âlet ü sâz
Kelâmunda bulunmaz harf ü âvâz

Ne sana misi ü şibh ü hîş peyvend
Ne sana çift ü cây ü yâr ferzend

Cihanı sen yarattun mûr eğer mâr
Cemî'i senden oldı nûr eğer nâr

Eğer bir mûra virsen milk-i Cimşîd
Ne korkun var kimesneden ne ümmîd

Eğer bir mâra virsen genc-i Kârûn
Ne zehre kim diye kimse çıra çûn

N'ola ben kuluna itsen inayet
Bu azmış gönlüme kusan hidâyet

Ne noksan arsal mük-i bekâna
Eğer rahmet idersen bu gedâna

Ben ol mahrûm-ı miskîn ü za'ifem
Ki zayi' ittüm evkât-ı şerifem

Dün ü gün dürd i devrân mestiyem ben
Hemîşe pây-i mihnet pestiyem ben

Yolum gâyet uzak ben pâ şikeste
Önümde çâh ü benven dîde-beste

Cihan pür nûr u hânem oldu târtk
Dîl ü cân teşne vü ser-çeşme nezdîk

Önümde âyine nûr-ı basar yok
Cihan pür kıssa vü bende haber yok

Meşâmum beste vü âlem tolu müşk
Leb-i deryada tururam leb-i huşk

Hava fermân dih ü dil bî kifâyet
Derûn bî-nûr u bîrûnda gavâyet

Görünmez hâsılum illâ nedâmet
Yolumda sizimezem istikâmet

Yog asla bende tâ'atten bhâat
Velî tutarvan ümmîdi şefaat

Ben ol hâkem ki bir hâşâke değmez
Ben ol hayyem ki mürde hâke değmez

Ben ol mestem ki gaflet câmın içmiş
Ben ol murğam hevâ dâmına düşmlş

Evâ dânâ yi esrâr-ı zamâyir
Şİnâsâ-yı temennâ yı havâtır

Hırîdâr-ı niyaz ı eşk-rîzân
Sezâ-vâr-ı nâmâz-ı subh hîzân

Şifâ-bahş ı derûn-ı derd-mendân
Devâ-fermây-ı derd i müstemendân

Nazar kıl cân gözini açıvirgıl
Kerem kıl rahmet âbın saçıvirgil

Beni sürme İlâhî sen kapundan
Beni redd itme yâ Rab hazretünden

Bana her ne kılursan ben sezâ-vâr
Velî lutfuna göre eyle sen kâr

Vücûdumun misalini çün evvel
Kerem tevki'i-le ittün müseccel

Kodun gencîne-i irfan dllümde
Kilîd i gene i îmânı elümde

İnayet eyleyûp ittün mukadder
Ki tevhîdün dile oldı müyesser

Senün lütfundan iderven ben ümmîd
Ki itmeyesin âhır bini nevmîd

Çü sen virdün çırâğ-ı akluma nûr
Gine benden atam eyleme dûr

Çırâğ-ı aklı yakdun çûnki sâlif
Sakın kim irmeye bâd-ı muhâlif

Ola tâbende o'dukça hayâtum
Ki rûşen eyleye râh ı necâtum

Hevâ-yı dil çü tuta gerdenümi
Bana avn it tüvânâ it tenümi

İlâhî pâye i azmüm bülend it
Dil ü cân halkasını sana bend it

Hudâyâ sen beni yâdu la şâd it
Bana mahrem seni kıl bini yâd it

Beni sen hazretünde kıl yegâne
Beni benden ırak it câvidâne

Beni şîrâne nefse zûr-mend it
Benüm pençemde ol kelbi güzend it

Bana yol gösteıivir yolda kaldum
Elüm al kim benüm dermânde kaldum

Beni teşne itti bu tîh-i melâhî
Sunıvir âb-ı deryâ-yı ilâhî

Beni sen bu nişîmenden cüda kıl
Dil ü cân gülşenine âşinâ kıl

Diyâr-ı kuds içinde hâne virgil
Ol iklîmde bana kâşane virgil

Eğer ser mestem ü ger hûş-yârem
İlâhî lutfuna ümmîd-vârem

Dilümi matla'-ı horşîd-i dîn it
Revânum kevkeb-i bürc-i yakın it

Gönüli mahremi esrârun eyle
Vücûdum maşrık-ı envârun eyle

Kanâ'atte tenümi zinde-dil tut
Mizâcum tâ'atünle mu'tedil tut

Hakikat hanesinden kûşe virgil
Tarikat azuğından tûşe virgil

Çırâğum yak ki tarîk oldı râhum
Elüm tutgıl ki gark itti günâhum

Derûnum nûrun-ile rûşen eyle
Dilümi zikrün-ile gülşen eyle

Degiştürgil bu ahlâk u sıfatı
Yugıl dilden bu nakş-ı kâyinâtı

İlâhî vâkıf-ı esrar sensin
Şifâ-bahş-ı dil-i bîmâr sensin

İlâhî ölmedin tevfîk senden
Bu cân ayrılmadın tahkik senden

Şu demde ki nefesten kala bir hû
İriştür rahmetünden bana bir mû

llâhî bu ümîde sen vefâ kıl
Beni sen hazretüne âşinâ kıl

Hidâyet şem'ini gönlümde yandur
Bu gaflet uyhusından sen uyandur

Dile zikrün tabî'at kıl ve âdet
Ki âhır demde ben bulam sa'âdet

Şehâdette zübânum sen devam it
Beden ayrılıcak zinde-revân it

Hidâyet nûrını cana delil it
İnayet rehberin hâdi's-sebîl it

Gönül vir kim ola zikrünle ma'mûr
Derûn vir kim ola şevkunla pür nûr

Dimâğ-ı derdûmendüme deva it
Devamı hâk-i pây-i Mustafâ it

İlâhâ pâdişâha bî-niyâzâ
Hudâvendâ kerimâ kâr-sâzâ

Ne özr idem ki bî-haddür günâhum
Meğer kim lutfun ola özr-hâhum

Kimün kim var inayetten berâtı
Bulur gavgâ yi mahşerde necatı

Çü sen silktün benüm evvelde hâküm
Çü sen nefh eyledün bu rûh-ı pâküm

Gine lutf-ile algıl hazretüne
Gine tâhir ilet anı katuna

Bu yazı M&B'ye armağan olsun.

Hiç yorum yok: